3 Aralık 2008 Çarşamba

KANITLARIYLA ÇALGILARIN HARAMLIĞI

Öncelikle belirtelim ki, her tür çalgı aletinin düğün gibi istisnalar hariç her koşulda haram olduklarını kanıtlarıyla ortaya koyan, en ufak bir şahsi yorum katılmamış bu bölüm, tamamı islami kaynaklardan alınmış kanıtlardan oluşmaktadır. Bu kanıtlardan sonra, ayet ve hadislere kulak tıkayıp umursamayarak çeşitli bahanelerle çalgıların mubah olduklarını savunmaya kalkanlar muhatabımız değildir. Ayetler ve hadislerin üzerine bizim söyleyecek bir sözümüz olamaz çünkü. Konuyla ilgili çok miktarda hadis-i şerif ve güvenilir ilmihal kaynaklarındaki kanıtlardan sadece az bir kısmını seçerek buraya yerleştirdik. Köşeli parantez içinde yazılanlar hadis-i şerif kaynaklarının isimleridir.

HADİS-İ ŞERİF'LERDEN KANITLAR

Bir zaman gelecek, ümmetimden bazısı, zinayı, ipek giymeyi, içki içmeyi, mizmarı(çalgıyı) helal addedecektir. [Buhari]

Cenab-ı Hak, zurna, gırnata, ud, def gibi bütün çalgı aletlerini, cahiliyet döneminde tapınılan putları kaldırmamı emretti. [İ.Ahmed]

Ceres(çan, zil), şeytanın mizmarıdır. [Müslim, Ebu Davud, Nesai]

Mizmarları(çalgıları), putları yok etmek için gönderildim. [İ. Ahmed, Ebu Nuaym, İ. Neccar]

İblise, “Mizmarlar(çalgılar) müezzinin, yazıların dövme, Resulün(elçin) kâhinler ve falcılardır” denildi. [İbni Ebiddünya, İbni Cerir, Taberani]

Şu 15 kötü haslet işlendiği zaman ümmetim belaya maruz kalır:
...

13- Şarkıcı kadınlar çoğalınca
14- Çalgı aletleri yayılınca
15- Sonra gelenler, önceki âlimlere lanet edip onları kötülediği zaman. [Tirmizi]

KUR'AN-I KERİM'DEN KANITLAR

Müfessirler, İsra suresinin 64. âyetinde şeytana, "sesinle oynat" demenin "çalgı ile oynat" demek olduğunu, bu âyetin, her çeşit çalgıyı haram ettiğini bildirmişlerdir. (Şeyhzade)

Lokman suresinin 6. âyetindeki "lehv-el hadis" ifadesini âlimler musiki, çalgı aleti olarak bildirmiştir. İbni Mesud hazretleri yemin ederek "lehv-el hadis"ten kasıt, çalgı aleti ve musiki olduğunu söylemiştir. (Tefsir-i İbni Kesir, Tefsir-i Medarik)


FETVA KİTAPLARI DA "HARAM" DİYOR

İmam-ı Şarani hazretleri buyuruyor ki: “Hakim-i Tirmizi’nin Nevadiru’l Usul adındaki kitapta rivayet ettiği hadis-i şerifte Rasul-i Ekrem efendimiz, "Her kim şarkı sesine kulak verirse, onun ruhanileri dinlemesine izin verilmez" buyurdu. Oradakilerden biri tarafından, "Ya Rasulallah, ruhaniler kimlerdir?" diye soruldu. Rasulullah da, "Cennet ehlinin okuyucularıdır" buyurdu. (Muhtasar-ı Tezkire-i Kurtubi)

İmam-ı Birgivi hazretleri buyuruyor ki: "Saz dinlemekten kulaklarını korumalıdır." (Risale-i Birgivi)

Mezhepsiz İbni Teymiye bile, “Şarkı ve müzik, şeytani duyguları harekete geçiren en etkili unsurlardan biridir” demiştir. (Mecmu-ul Fetava)

Çalgı çalmanın haram olduğu, icma(İslam alimlerinin görüş birliği) ile bildirildi. (Makamat-ı Mazheriyye)

Def, tambur ve her çeşit çalgıyı evinde, dükkanında bulundurmak, kendisi kullanmasa bile, satmak, hediye etmek, ariyet veya kiraya vermek günahtır. (Berika)

Her çeşit çalgı dinlemek haramdır. (Fetava-i Bezzaziyye, Hadika, Ahlak-ı Alaiyye)

BÜYÜK İSLAM ALİMİ İMAM-I GAZALİ'NİN ESERLERİNDEN KANITLAR

Gıybet veya devamlı ipek giymek, yahut devamlı çalgı dinlemek gibi günahlara devam etmek kalbin kararmasına yol açar. (K. Saadet s.580)

Ud ve saz çalmak haramdır. (K. Saadet s.231)

Her çalgıyı çalmak ve dinlemek haramdır. Hoş olduğu, hoşa gittiği için haram değildir. Bir kimse hoşa gitmeyecek şekilde rastgele çalsa da, ustalıkla çalmasa da yine haramdır. (K. Saadet s.326)

Aşağıda ise sınırlı sayıda çalgının mübah olduğu özel durumlar anlatılıyor.

Düğünlerde def çalmak ve teganni etmek mubahtır. (K.Saadet s.323)

Hacılar uğurlanırken ve askerlerin davul, bando çalması caizdir. (K. Saadet s.326)

İMAM-I GAZALİ HAZRETLERİ’NİN HAYATI, KİŞİLİĞİ, ÖĞÜTLERİ

İslâm âlimlerinin en büyüklerindendir. İsmi Muhammed bin Muhammed bin Muhammed bin Ahmed’dir. Künyesi Ebû Hâmid, lakabı Huccet-ül-İslâm ve Zeyneddîn’dir. Gazâlî nisbesiyle meşhurdur. Müctehîddi. İctihâdı, Şâfiî mezhebine uygun oldu.

İran’ın Tûs şehrinin Gazal kasabasında 1058 (H.450)de doğdu. Babası fakir ve sâlih bir zâttı. Âlimlerin sohbetlerinden hiç ayrılmazdı. Elinden geldiği kadar, onlara yardım ve iyilik eder ve hizmetlerinde bulunurdu. Âlimlerin nasihatını dinleyince ağlar ve Allahü teâlâdan kendisine âlim olacak bir evlâd vermesini yalvararak isterdi. Babası yün eğirip, Tus şehrinde bir dükkanda satardı. Vefâtının yaklaştığını anlayınca, oğlu Muhammed Gazâlî’yi ve diğer oğlu Ahmed’i hayır sâhibi ve zamânın sâlihlerinden bir arkadaşına, bir miktar mal vererek vasiyet etti ve ona dedi ki:

“Ben kendim, âlim bir kimse olamadım. Bu yolla kemâle gelemedim. Maksadım, benim kaçırdığım kemâl mertebelerinin, bu oğullarımda hâsıl olması için yardım etmenizdir. Bıraktığım bütün para ve erzakı, onların tahsîline sarf edersin!”

Arkadaşı vasiyeti aynen yerine getirdi. Babasının bıraktığı para ve mal bitinceye kadar, onların yetişme ve olgunlaşmaları için çalıştı. Sonra onlara; “Babanızın, sizin için bıraktığı parayı tahsil ve terbiyenize harcadım. Ben fakirim param yoktur. Size yardım edemeyeceğim. Sizin için en iyi çâreyi, diğer ilim talebeleri gibi medreseye devâm etmenizde görüyorum.” dedi. Bunun üzerine iki kardeş medreseye gittiler ve yüksek âlimlerden olmak saâdetine kavuştular.

İmâm-ı Gazâlî, çocukluğunda fıkıhtan bir miktarını kendi memleketinde okudu. Sonra Cürcan’a gitti. İmâm Ebû Nasr İsmâilî’den bir müddet ders aldı. Sonra Tûs’a döndü. Cürcan’dan Tûs’a dönerken başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatır: “Bir grup yol kesici karşımıza çıktı. Yanımda olan her şeyimi alıp gittiler. Arkalarından gidip kendilerine yalvardım. Ne olur işinize yaramayan ders notlarımı bana verin. Reisleri; “Onlar nedir? Nasıl şeylerdir?” diye sorunca; “Onları öğrenmek için memleketimi terk ettim, gurbetlere gittim. Filan yerdeki birkaç tomar kağıtlardır.” dedim. Eşkıyâların reisi güldü; “Sen o şeyi bildiğini nasıl iddiâ ediyorsun, biz onları senden alınca ilimsiz kalıyorsun.” dedi ve onları bana geri verdi. Sonra düşündüm, Allahü teâlâ yol kesiciyi beni îkâz için o şekilde söyletti, dedim. Tûs’a gelince üç yıl bütün gayretimle çalışarak, Cürcan’da tuttuğum notların hepsini ezberledim. O hâle gelmiştim ki, yol kesici önüme çıksa, hepsini alsa, bana zararı dokunmazdı.”

Memleketinde geçirdiği bu üç seneden sonra, tahsiline devâm etmek için o zamânın büyük bir ilim ve kültür merkezi olan Nişâbur’a gitti. Zamânın büyük âlimlerinden olan İmâm-ül-Harameyn Ebü’l-Meâlî el-Cüveynî’nin talebesi oldu. Üstün zekâsını ve çalışkanlığını gören hocası ona yakın alâka gösterdi. Burada usûl-i hadîs, usûl-i fıkıh, kelâm, mantık, İslâm hukuku ve münâzara ilimlerini öğrendi. Ebû Hâmid er-Rezekânî, Ebü’l- Hüseyin el-Mervezî, Ebû Nasr el-İsmâilî, Ebû Sehl el-Mervezî, Ebû Yûsuf en-Nessâc gibi devrin büyük âlimleri belli başlı hocalarıdır.

Nişabur’da tahsilini tamamlayınca, büyük bir ilim ve edebiyât hâmisi olan Selçuklu vezîri üstün devlet adamı Nizâmülmülk’ün dâveti üzerine Bağdat’a gitti. Nizâmülmülk’ün topladığı ilim meclisinde bulunan zamânın âlimleri, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin ilminin derinliğine ve meseleleri îzâh etmekteki üstün kâbiliyetine hayran kaldıklarını îtirâf ettiler. O zaman ortaya çıkan sapık fırkaların mensupları, onun yüksek ilmi ve en zor, en ince mevzuları en açık bir şekilde anlatması, hitâbet ve îzâh etme kâbiliyetinin yüksekliği, zekâsının parlaklığı karşısında perişân oluyorlar ve tutunamıyorlardı. Bu sırada otuz dört yaşında bulunan İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin İslâmiyete yaptığı büyük hizmetleri gören Selçuklu veziri Nizâmülmülk, şimdiki tâbirle, onu Nizâmiye Üniversitesi rektörlüğüne tâyin etti. Bu üniversitenin başına geçen İmâm-ı Gazâlî hazretleri, üç yüz seçkin talebeye lüzumlu olan bütün ilimleri öğretti. Yetiştirdiği talebelerin had ve hesabı yoktu. Ebû Mansûr Muhammed, Muhammed bin Es’ad et-Tûsî, Ebü’l-Hasan el-Belensî, Ebû Abdullah Cümert el-Hüseynî talebelerinin meşhurlarındandır. Bir taraftan da kıymetli kitaplar yazan İmâm-ı Gazâlî ilim ehli, devlet adamları ve halk tarafından büyük bir muhabbet ve hürmet gördü. Şöhreti gün geçtikçe arttı. Nizâmiye Üniversitesinde bulunduğu yıllarda, Kitâbü’l-Basît fil-Fürû, Kitâb-ül-Vesît, El-Veciz, Meâhiz-ül-Hilâf adlı kitaplarını yazdı.

Ayrıca İsmâiliyye adındaki sapık fırkanın görüşlerini çürütmek için Kitâbu Fedâihil-Bâtınıyye ve Fedâil-il-Müstehzariyye adlı eserini yazdı. Yine bu sırada Rumcayı öğrenerek felsefecilerin sapıklığını ortaya koymak için eski Yunan ve Lâtin filozoflarının kitaplarının aslı üstünde üç sene titizlikle incelemeler yaptı. Bu incelemeleri esnâsında ve netîcesinde felsefecilerin maksatlarını açıklayan Mekâsid-ül Felâsife kitâbı ile felsefecilerin görüşlerini reddeden Tehâfüt-ül-Felâsife kitâbını yazdı. Avrupalı filozoflar, o asırda dünyânın tepsi gibi düz olduğunu iddiâ ederek, ilimlerini ve felsefelerini böyle yanlış bilgiler üstüne kurarken, İmâm-ı Gazâlî hazretleri dünyânın yuvarlak olduğunu, karaciğerde kanın zehir ve mikroplardan temizlenip tâzelendiğini, safra ve lenfle zararlı madde eriyiklerinin burada kandan ayrıldığını bu işte dalağın, böbreklerin ve safra kesesinin rollerini, kanın madde miktarlarındaki oranın değişmesi ile sıhhatin bozulacağını, bugünkü fizyoloji kitaplarında yazdığı gibi, delillerle ispat etti. Ayrıca diğer fen ilimlerinde de Avrupalıların bilmedikleri doğru bilgilere kitaplarında yazıp yer verdi.

İmâm-ı Gazâlî hazretleri, felsefecilerle ilgili bu çalışmalarını El-Munkızu Aniddalâl kitabında şöyle anlatmaktadır:

“İşte şimdi filozofların ilimlerinin hikâyesini dinle: Onları birkaç sınıf, ilimlerini de birkaç kısım hâlinde gördüm. Onlara, çokluklarına ve eskileri ile yenileri arasında doğruya yakınlık ve uzaklık farkına rağmen, küfür ve ilhâd damgasını vurmak lâzımdır. Filozoflar fırkalarının çokluğuna ve çeşitliliğine rağmen, Dehriyyûn, Tabîiyyûn ve İlâhiyyûn olmak üzere üç kısma ayrılırlar. Dehriyyûn sınıfı eski filozoflardan bir zümredir. Yaratıcının varlığını inkâr ederler, bunlar zındıktır. Tabîiyyûn; bunlar da âhiretin mevcûdiyetini kabul etmediler. Cenneti Cehennemi, kıyâmeti ve hesâbı inkâr ettiler. Bunlar da zındıktır. Üçüncü sınıf olan İlâhiyyûn, daha sonra gelen filozoflardır. Bunlar ilk iki sınıfı red etmişlerse de kendilerini bid’at ve küfürden kurtaramamışlardır.” Üçüncü kısımdan olan bu filozoflar, kendilerinden önce gelenlerin yanlışlarını açık seçik göstermek ve bir yaratıcının olduğunu söylemekle berâber peygamberlere inanmadıkları için küfürde kalmışlardır. Çünkü küfürden kurtulmak için peygamberlere ve onların bildirdiklerine inanmak da şarttır.

İmam-ı Gazâlî hazretlerinin felsefecilerin görüşlerini çürütmek ve îtikâdlarına, felsefe karıştıran sapık fırkalara cevap vermek için yaptığı bu çalışmasını işiten bir takım kimseler, onu felsefeci zannetmişlerdir. Bunun sebebi, felsefe ile tefekkür arasındaki mühim farkı bilmemek olabilir. Felsefeciler aklı rehber edinmişlerdir. Mütefekkirler ise aklı kullanmakla berâber, akla da rehber olarak peygamberleri ve onların bildirdiği îmânı almışlardır. Göz için ışık ne ise, akıl için îmân odur. Işık olmayınca göz göremediği gibi îmân olmayınca akıl da doğru yolda yürüyemez. İmâm-ı Gazâlî hazretleri, filozof değil müctehiddir. Zâten İslâmiyette felsefe ve filozof olmaz. İslâm âlimi olur. İslâm dîninde felsefenin üstünde İslâm ilimleri, filozofun üstünde de İslâm âlimleri vardır.


İmâm-ı Gazâlî hazretleri, bu çalışmalarından sonra, yerine kardeşi Ahmed Gazâlî’yi vekil bırakarak Nizâmiye Üniversitesindeki görevine ara verdi ve Bağdat’tan ayrıldı. Çeşitli ilmî çalışmalar ve seyâhatler yaptı. Şam’da kaldığı iki yıl içinde en kıymetli eseri İhyâu-Ulûmiddîn’i yazdı. Daha sonra Kudüs’e gitti. Burada Bâtınî denilen sapık fırkaya karşı Mufassıl’ul-Hilâf, Cevâb-ul-Mesâil ve Allahü teâlânın Esmâ-i Hüsnâ denilen isimlerini anlatan El- Maksad ül-Esmâ adlı eserini yazdı. Kudüs’te bir müddet kaldıktan sonra hacca gitti. Haccını müteakiben Bağdat’a döndü. Nizâmiye Üniversitesinde, Şam’da yazdığı İhyâ’sını kalabalık bir talebe kitlesine ders olarak okuttu. Bu seferki tedris hayâtı uzun sürmedi. Doğduğu yer olan Tûs’a gitti. Burada yine Bâtınîlere karşı Ed-Dercülmerkûm kitabı ile El-Kıstâs-ul-Müstakîm, Faysal-ut-Tefrika, Kimyâ-ı Seâdet, Nasîhât ül-Mülûk ve Et- Tibr-ul-Mesbûk adlı kıymetli eserlerini yazdı. On sene kadar süren bu hizmetlerinden sonra Selçuklu veziri Fahr-ül-Mülk’ün ricâsı üzerine bir müddet daha Nizâmiye Üniversitesinde ders verdi. Tasavvufu anlatan Mişkât-ül-Envâr adlı eserini de bu sırada yazdı.

İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin tasavvufta mürşidi, Silsile-i zehebin büyüklerinden olan Ebû Ali Fârmedî hazretleridir. Onun huzûrunda kemâle geldi. Zâhir ilimlerinde eşsiz âlim olduğu gibi, tasavvuf ilimlerinde (evliyâlık ilimlerinde) de mürşid (yol gösterici) oldu. Her iki ilimde, Peygamberimizin vârisi oldu. Kısa bir müddet daha Nizâmiye Üniversitesinde ders verdikten sonra doğduğu yer olan Tûs’a döndü. Elli beş sene gibi kısa bir ömür süren İmâm-ı Gazâlî hazretleri, ömrünün son yıllarını Tûs’ta geçirdi. Burada evinin yakınına bir medrese ve bir de tekke yaptırdı. Günleri insanları irşâd etmekle geçti. Elli yaşını aştığı bu sıralarda El-Munkızu Aniddalâl, fıkhın kaynaklarına (Usûl-i fıkha) dâir El-Mustesfâ ve selef-i sâlihîne (Ehl-i Sünnet îtikâdına) tâbi olmayı anlatan İlcâmü’l-Avâm an İlm-il-Kelâm adlı eserlerini yazdı.

İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin yaşadığı devirde İslâm âleminde siyâsî ve fikrî bakımdan büyük bir kargaşalık hüküm sürüyordu. Bağdat’ta Abbâsî halîfelerinin hâkimiyeti zayıflamaya yüz tutmuştu. Bunun yanında Büyük Selçuklu Devletinin sınırları genişliyor ve nüfûzu artıyordu. İmâm-ı Gazâlî hazretleri, bu devletin büyük hükümdârları Tuğrul Beyin, Alparslan’ın ve Melik Şahın devirlerini yaşadı. Melik Şahın kıymetli veziri Nizâmülmülk, hem savaş meydanlarında zaferler kazanıyor, hem de o zamânın parlak ilim ocakları olan İslâm üniversitelerini açıyordu. İmâm-ı Gazâlî hazretleri 23 yaşındayken doğuda Hasan Sabbah ve adamları, sapık yollardan olan İsmâiliyye fırkasını yaymaya çalışıyorlardı. Mısır’da Şiî Fâtımî Hânedânı çökmeye başlamış, Avrupa’da ise Endülüs İslâm Devleti gerilemeye yüz tutmuştu. Mukaddes toprakları Müslümanlardan almak için ilk Haçlı seferleri de İmâm-ı Gazâlî hazretleri zamânında başlamıştı. Bunlardan birincisi olan Haçlı seferine katılan Haçlılar, Anadolu Selçuklu Hükümdârı Birinci Kılıç Arslan’ın üstün gayret ve kahramanlıklarına rağmen 600 binden 40-50 bine düşmek pahasına da olsa, Anadolu’yu geçmiş, Torosları aşmış, Antakya’yı ve bir yıl sonra da Kudüs’ü ele geçirmişlerdi (1096).

İslâm âlemindeki bu siyâsî karışıklıkların yanında bir de fikir ve düşünce ayrılıkları vardı. Bütün bunlar; Müslümanların birliğini doğrudan doğruya askerî kuvvetle ve ilim yoluyla yıkamayan iç ve dış düşmanların, halk arasında bozuk ve sapık fikirleri yayabilmeleri için çok uygun bir zemin teşkil ediyordu. Müslümanlar arasında îtikât birliği sarsılmış, düşünce ve fikirlerde ayrılıklar meydana gelmişti. Bir taraftan eski Yunan felsefesini anlatan kitapları okuyarak yazılanları İslâm inançlarına karıştıranlar, diğer taraftan Kur’ân-ı kerîmin âyetlerinin mânâsını değiştirerek ve kendi bozuk düşüncelerini katarak açıklamaya kalkışan Bâtınîler ve Mûtezile ile diğer fırkalar İslâm îtikâdını bozmaya çalışıyorlardı. Bunlara karşı Ehl-i sünnetin müdâfaasını üslenmiş olan İslâm âlimlerinin başında aklî ve naklî ilimlerde zamânın en büyük âlimi, müctehid ve asrın müceddîdi olan İmâm-ı Gazâlî hazretleri geliyordu.

O, bir taraftan kıymetli talebeler yetiştirdi, bir taraftan da sapık fırkaların bozuk inançlarını çürütmek ve Müslümanların bunlara aldanmamaları için okuyacakları kıymetli kitaplar yazdı. Üç yüz binden fazla hadîs-i şerîfi râvileriyle ezbere bilen ve Hüccetül-İslâm adıyla meşhur olan İmâm-ı Gazâlî hazretleri, İslâmın yirmi temel ilmi ile bunların yardımcıları olan müsbet ilimlerde de söz sâhibiydi. Hadis ve Usûl-i Hadîs ilimlerinde ilim deryâsı olan bu büyük âlimin kitaplarında mevdu hadîs var diyerek, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinde eksiklik aramak, ilmin hakîkatını, İslâm âliminin derecesini bilmemektir. Zamânında yaşayan ve sonra gelen âlimler onun kitaplarını senet kabul etmişler ve netîcede İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin kitaplarını ancak mezhepleri kabul etmeyenlerin dinde reform yapmak için uğraşanların beğenmediklerini bildirmişlerdir.

İmâm-ı Gazâlî hazretleri H.505 (M.1111) yılının Cemâzilevvel ayının 14. Pazartesi günü büyük kısmını zikir ve tâat ve Kur’ân-ı kerîm okumakla geçirdiği gecenin sabah namazı vaktinde abdest tazeleyip namazını kıldı, sonra yanındakilerden kefen istedi. Kefeni öpüp yüzüne sürdü, başına koydu: “Ey benim Rabbim, Mâlikim! Emrin başım gözüm üzere olsun.” dedi. Odasına girdi. İçeride, her zamankinden çok kaldı. Dışarı çıkmadı. Bunun üzerine oradakilerden üç kişi içeri girince, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin kefenini giyip, yüzünü kıbleye dönüp, rûhunu teslim ettiğini gördüler. Başı ucunda şu beytler yazılıydı:

Beni ölü gören ve ağlayan dostlarıma,
Şöyle söyle, üzülen o din kardeşlerime:
“Sanmayınız ki, sakın ben ölmüşüm gerçekten,
Vallâhi siz de kaçın buna ölüm demekten.”


Ben bir serçeyim ve bu beden benim kafesim.
Ben uçtum o kafesten, rehin kaldı bedenim.

Bana rahmet okuyun, rahmet olunasınız.
Biz gittik. Biliniz ki, sırada siz varsınız.

Son sözüm olsun, “Aleyküm selâm” dostlar.
Allah selâmet versin, diyecek başka ne var?

İmâm-ı Gazâlî hazretleri, kendisini mezârın içine Şeyh Ebû Bekr en-Nessâc koysun, diye vasiyet etmişti. Şeyh bu vasiyeti yerine getirip mezardan çıktığında hâli değişmiş, yüzü kül gibi olmuş görüldü. Oradakiler “Size ne oldu?.. Niçin böyle sarardınız, soldunuz efendim?..” dediler. Cevap vermedi. Israr ettiler, gene cevap vermedi. Yemin vererek tekrar ısrarla sorulunca, mecbur kalarak şunları anlattı:

“İmâmın nâşını mezâra koyduğum zaman, Kıble tarafından nurlu bir sağ elin çıktığını gördüm. Hafiften bir ses bana şöyle seslendi. «Muhammed Gazâlî’nin elini, Seyyidü’l Mürselin Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi ve sellemin eline koy.» Ben denileni yaptım. İşte mezardan çıktığımda benzimin sararmış, solmuş olmasının sebebi budur. Allah ona rahmet eylesin.”

İmâm-ı Gazâlî hazretleri asrının müceddidi olup, din bilgilerinden unutulmuş olanlarını meydana çıkarmış, açıklamış ve herkese öğretmişti.

İmâm-ı Gazâlî hazretleri, zamânındaki devlet adamlarının ikrâm ve iltifâtlarına kavuşmuştu. Onlara zaman zaman nasihat ederek ve mektup yazarak hakkı tavsiye etmiş, Müslümanların huzûr ve refâhı için duâ etmiştir.

Bunlardan Selçuklu Sultânı Sencer’e nasihat için aşağıdaki mektubu yazmıştır:

“Allahü teâlâ İslâm beldesinde muvaffak eylesin, nasîbdâr kılsın. Âhirette ona, yanında yeryüzü pâdişâhlığının hiç kalacağı mülk-i azîm ve âhiret sultanlığı ihsân etsin.

Dünyâ pâdişâhlığı, nihâyet bütün dünyâya hâkim olmaktan ibârettir. İnsanın ömrü ise, en çok yüz sene kadardır.

Cenâb-ı Hakk’ın, âhirette bir insana ihsân edeceği şeylerin yanında, bütün yeryüzü, bir kerpiç gibi kalır. Yeryüzünün bütün beldeleri, vilâyetleri, o kerpicin tozu toprağı gibidir. Kerpicin ve tozunun toprağının ne kıymeti olur? Ebedî sultanlık ve saâdet yanında, yüz senelik ömrün ne kıymeti vardır ki, insan onunla sevinip mağrûr olsun? Yükseklikleri ara, Allahü teâlânın vereceği pâdişâhlıktan başkasına aldanma.

Bu ebedî pâdişâhlığa (saâdete) kavuşmak, herkes için güç bir şey ise de, senin için kolaydır. Çünkü Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Bir gün adâlet ile hükmetmek, altmış senelik ibâdetten efdâldir.” Mâdem ki Allahü teâlâ sana, başkalarının altmış senede kazanacağı şeyi bir günde kazanma sebebini ihsân etmiştir, bundan daha iyi fırsat olamaz! Zamânımızda ise iş o hâle gelmiştir ki, değil bir gün, bir saat adâletle iş yapmak, altmış yıl ibâdetten efdâl olacak dereceye varmıştır.

Dünyânın kıymetsizliği, açık ve ortadadır. Büyükler buyurdular ki: «Dünyâ kırılmaz altın bir testi, âhiret de kırılan toprak bir testi olsa, akıllı kimse, geçici olan ve yok olacak olan altın testiyi bırakır, ebedî olan toprak testiyi alır. Kaldı ki dünyâ, geçici ve kırılacak toprak bir testi gibidir.» Âhiret ise hiç kırılmayan ebediyyen bâki kalacak olan altın testi gibidir. Öyleyse, buna rağmen dünyâya sarılan kimseye nasıl akıllı denilebilir? Bu misâli iyi düşününüz ve dâimâ göz önünde tutunuz...”

6 yorum:

aysema dedi ki...

Telli sazdır bunun adı
Ne ayet dinler ne kadı
Bunu çalan anlar kendi
Şeytan bunun neresinde

Abdest alsan aldın demez
Namaz kılsan kıldın demez
Kadı gibi haram yemez
Şeytan bunun neresinde

Venedikten gelir teli
Ardıç ağacından kolu
Be Allah'ın sersem kulu
Şeytan bunun neresinde

Kaygusuz Abdal


Dini, ticarete,siyasete, kendi çıkarlarına alet edenlerin güzel dinimize verdikleri zarar çok daha büyük.

İsra suresinin 64. ayetinde şeytana, "sesinle oynat" demenin "çalgı ile oynat" demek olduğunu bu nedenle de her çeşit çalgıyı haram ettiğini bildirmişlerdir(Şeyhzade)

Bence "Sesinle Oynat" derken çalgıyı kastetmiyor. Müzik, sanat insanda güzel duygular uyandırır. Burada sesinle yalan söyle, kandır, hırsızlık, dolandırıcılık,sahtekarlık yaptır, ihaleye fesat karıştır, yetim hakkı ye, kendi çevreni zenginleştirirken diğerlerini sadakaya muhtaç et gibi dinle de insanlıkla da bağdaşmayan davranışlar kastediliyor.

Bu arada sanırım düzenlediniz. Sitenize girebildim. Evrim konusunu da derinlemesine incelemek gerekir. Yüzeysel olarak "insan maymundan gelmiştir" diye açıklamak kolaycılık ve kandırmaya yöneliktir. Duyarak değil de çeşitli kaynakları okuyarak karar vermek gerekir. O zaman doğruları alıp yanlışları ayıklayabiliriz. Ve doğruların üstüne başka doğrular ekleyebiliriz değil mi?

Site editörü dedi ki...

Öncelikle alıntıladığınız şiirden başlayalım. Kaygusuz Abdal, her ne kadar güçlü bir tasavvuf eğitimi almış olsa da, "insanların kusurlarıyla alay eden" şiirleri ve yukarıdaki gibi hakkında çok miktarda yasaklayıcı hadis-i şerifler yer alan bir konuda Peygamberimiz(sav)'in sözlerinin aksine, hem de alaylı bir üslup kullanma cüretini göstermesi ile bu eğitimden nasibini ne kadar aldığını göstermiş bir şairdir. Ayrıca bu konuda bana yazan bir başka hemşerimin de aynı şiiri örnek göstererek konuya itiraz ettiğini gülümseyerek hatırlıyor, fakat bahsi geçen hemşerimin bir "teist" olduğunu hatırladığımda gülümsemem kayboluyor.

Kaygusuz Abdal'ı bir kenara bırakarak konumuza dönelim. İslam alimi olmadıkça hiç bir sıradan insanın, ne kadar eğitim görmüş olursa olsun ayet yorumu/tefsir yapamayacağı hakkında geniş bilgiye şu sayfadan ulaşıyoruz:

http://wwww.tebyan.net/Islam/TheHolyQuran/
Articles/2008/4/6/64443.html

Bu bilgiyi aldıktan sonra sanırım ayet yorumlama konusunda bundan sonra daha dikkatli davranacaksınızdır. Bizim yazımızda bahsi geçen tefsiri yapanlar elbette konuya hakim olan İslam alimleridir. Kaldı ki bu alimlerin tümü, yaptıkları tefsirlerde yanılmış olsalar bile konuyla ilgili çok açık hadis-i şerifler yukarıda yazılıdır. Dinimizde tek kaynak Kur'an-ı Kerim değildir. Kutsal kitabımızda açıkça yazılı olmayan konularda ilk başvuracağımız kaynak Peygamberimiz(sav)'in hadis-i şerifleridir.

Çalgıların haramlığı konusu daha önce de bahsettiğimiz gibi çok derin bir konudur ve özellikle müzik kültürünün kelimenin tam manasıyla insanları istila ettiği bu ahir zamanda, “nadir”den bile daha az kimse tarafından algılanabilecek bir konudur. Yine de siz dahil herkese “Müzik” bölümümüzü baştan sona, özellikle de “Çalgı Yasağının Manevi Yönü” sayfasını, “Nefs” konusunda bilgilendirici sayfamızla beraber önyargısız biçimde okumanızı tavsiye ediyoruz. Müziğin verdiği zevkin ruhu değil, insanın en büyük düşmanı olan nefsi beslediğini anladığınızda zaten olayı çözmüş olacaksınız. Müzik vb. haramların insana güzel, çekici gelmesinin, bu dünyanın imtihanlarından biri olması da göz ardı edilmemesi gereken bir husustur.

Son hususu bu sayfadaki konumuzun dışında olsa da kısaca cevaplayayım. Evet, evrim konusundan yüzeysel bahsettim hep, bundan sonra da öyle bahsedeceğim. Çünkü hem derine inmeye gerek duyulmayacak kadar saçma bir konu, hem de eğer derine inersem Darwinizmin bir bilim değil düpedüz pagan dini olduğunu yazmam, konuyu istemeden de olsa dağıtmam gerekecekti. En iyisi, Allah’ın varlığını reddeden o saçmalık hakkında mümkün olduğu kadar az şey yazmak ve tarihe bir utanç vesikası olarak geçmiş bu rezaletin, tarihin geride bıraktığı eski bir kalıntı olacağı günleri görebilmek için dua etmek, diyorum. O rezaletlerin bugün hala ilkokul ders kitaplarında okutulması; Türk ulusu, Türk milli eğitimi için derhal temizlenmesi gereken bir utanç kaynağıdır. Yorumlarınız için teşekkürler…

aysema dedi ki...

Kaygusuz Abdal bu şiirinde SAZ çalmanın şeytan işi olduğunu söyleyen, ancak haram yemekten kaçınmayan kadıları yeriyor, taşlıyor.

Yunus Emre de pek çok şiirinde çıkarsız sevmenin güzelliğini vurguluyor:

Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver anları
Bana seni gerek seni

Bizim dinimiz akıl ve sevgi dinidir. Aklı ve yüreği olan insanlar da yorum yapabilirler, neden yapmasınlar ki? Öyle din bilgini gibi caka satarak dolaşanların, insanları dinden soğuttuklarını görmüyor musunuz ve onların zır cahil olduğunu farketmiyor musunuz? Siz Kuran-ı Kerimi okudunuz mu bilmiyorum, ama ben okudum.

Baştan çıkmak isteyenler zaten çıkacaktır, müzik olsa da olmasa da... Hüseyin Üzmez o yaşta saz mı çaldı dersiniz!

Ben kendime güvendiğim kadar eşime de güvenirim. Sevgi saygı içinde 33 yıl bir aradayız. Müzik de dinleriz. Zorlasanız da yalan,dolan, hırsızlık,sahtekarlık, ahlaksızlık yapmayız. Nefsimize uyma, şeytana uyma gibi bir endişemiz de yok. Allah'tan korkmamızı gerektirecek bir şey yapmadık. Allah'ın sevgili kulu olduğumuza inanıyoruz.

Başkalarının inanıp inanmaması ya da başka türlü inanmasına da saygılıyız.

İnsan olmak tüm sorunları çözecektir. Ve sürekli dinden bahsedenlerin sorunlu olduklarına, en azından nefislerine söz geçiremediğine ya da günahlarını bağışlatmak, bazen de gözlerden kaçırmak için dini kullandıklarına inanıyorum. Bunun da dine en büyük saygısızlık olduğunu söylüyorum.

Bilim insanlarımıza saygı duyuyorum. Onların çabalarıyla yaşamımız daha da güzelleşecektir.

Site editörü dedi ki...

Kaygusuz, kadılar konusunda umarım haklıdır. Çünkü iftira çok ciddi bir suçtur. Hüseyin Üzmez hakkında ne demek istediğiniz anlaşılmadığı için bir şey demiyorum fakat masum insanlara zina isnadında bulunmanın, iftiranın çok ötesinde bir suç olduğunu Kur'an-ı Kerim'i, özellikle de Nur Suresi 23-24. ayetlerini okuduğunuza göre siz de çok iyi biliyorsunuzdur. Genç kızın Üzmez'e iftira attığını sonradan kabullendiğini ve sonuç olarak da Üzmez'in suçsuz bulunarak BERAAT ettiğini aklımızdan çıkarmayalım.

Ayrıca nefsinize ve şeytana uyma konusunda sıkıntınız olmamasını, Hz. Yusuf(as)’un “Ben nefsimi temize çıkarmam; çünkü nefs, Rabbimin merhameti olmadıkça kötülüğü emreder”(Yusuf Suresi-53) ayeti ve Peygamberimiz(sav)’in “…göz açıp kapayıncaya kadar olsun, beni nefsimle başbaşa bırakma, sürekli kötülükleri emreden nefsimin acımasızlığına terk etme” diye dua ettiğini hatırladığımda daha bir hayretle okudum! Bu cesarete “Maşaallah” mı demeli, yoksa “eyvah” mı bilemedim…

aysema dedi ki...

Siz önyargılı ve tek yanlı şartlanmış bir kişi izlenimi bırakıyorsunuz yorumlarınızla...

Hüseyin Üzmez, dediğiniz zaman başka söze gerek var mı artık bu ülkede? Anlamazlıktan gelmeniz tuhaf, simge oldu çünkü! Aklandı! dediğiniz de ise vicdanınızın sesini duymuyorsunuz derim ben.

On beş yaşında çocuk iftira atacak koca adama!? Televizyonlara çıkıp dinden imandan,ahlaktan dem vuran, herkese çamur atan ,annesinin yanında hizmetçilik yapan,bu adama çocuk iftira atacak!!! Buna kargalar bile güler. Kaldıki kendisi bile "nefsime yenildim!" dedi bu olay sonucunda.

Hatta bir televizyon konuşmasında Fadime Şahin-Müslüm Gündüz'ün basıldığı evin kendisinin olduğunu dostlarının orada buluşmasına izin verdiğini canlı canlı tartışma programında söyledi. Ben duydum kendi sesinden... Siz duymamış olabilirsiniz.

Yazılarınızdan genç olduğunuz anlaşılıyor, ben emekli öğretmenim. Nerede, neler okuduğunuzu bilmiyorum, ama eski bir öğretmen olarak size bol bol kitap okumanızı öneriyorum. Her çeşit görüşü içeren kitaplar okuyun ve karşılaştırmalar yapın, eleştirin, doğrularını yanlışlarını ayırın.

Kolay gelsin...

Site editörü dedi ki...

Ben hiç TV izlemem. Bu yüzden kendisi sonradan suç itirafında bulunduysa bunu görmemişimdir. Fakat açıkça suç itirafında bulunmasına zaten imkan yok. Bu resmen kendini ihbar etmek olurdu ve beraat etmiş olmasına rağmen savcılar kendisini itirafından dolayı tekrar içeri alırdı. Eğer dediği sadece "Nefsime uydum" sözü ise, bu sözden çok geniş anlamlar çıkarılabilir. Her insan hemen hemen her gün nefsine uyar, günah işler. Sonuçta ben "iftira" konusunda aynı şeyleri tekrar etmek yersiz olduğundan konuyu burada kesiyorum. Herkesin "cesaret"i kendisini ilgilendirir. Bu arada "Onbeş yaşında çocuk iftira atacak koca adama" sözünüze tebessüm etmemek mümkün değildi. 15 lira için adam öldürülen bu ülkede, eline bir miktar para sıkıştırılan 15 sahte itirafçı bulmak inanın sandığınızdan çok daha kolay... "Karşılaştırmalar"dan bahsetmişken, kendinizi karşı tarafın yerine koyup, böyle bir iftiraya siz maruz kalsanız, ülkede yüzbinlerce insan sizden hak etmediğiniz yakıştırmalarla bahsetse ruh haliniz nasıl olurdu, bunu bir düşünmenizi öneririm. Sonuç olarak ben kimsenin avukatı değilim, Üzmez eğer suçu gerçekten işlediyse cezayı ahirette hak etmiş demektir. Fakat işlemediyse, ben olaya seyirci kalıp kendisine herhangi bir isnadda bulunmayarak kendisiyle ahirette hesaplaşmak zorunda kalmıyorum çok şükür...

Kitap okuma tavsiyeniz için teşekkür ederim. Bunu ben de sık sık kendime tavsiye etmeme rağmen zaman darlığından kitap okumaya fazla fırsat bulamıyorum. Eskiden çok daha fazla kitap okurdum. Yine vakit bulabilsem keşke. Okunmayı bekleyen çok kitap var sırada...

Yazılarımdan genç olduğum varsayımını çıkarmanız ilginç gerçekten. Evet, yaşça sizden küçüğüm; fakat dergi, gazete ve internet yayıncılığıyla geçen 14 senelik yazarlık ve editörlük deneyimim oldu ve ağırlığından kendim bile şikayetçi iken, yeteri kadar ağır bir dille yazdığımı düşünüyorum. Ayrıca site içeriğimizin de haddinden fazla ağır olduğunu düşünüyorum. Selametle...